Artık kim bana uyarsa, o bendendir. AÎDİYETİN ONUR VE SORUMLULUĞU

| |defa okundu : 575
Artık kim bana uyarsa, o bendendir. AÎDİYETİN ONUR VE SORUMLULUĞU
  • Post on Facebook
  • Share on WhatsApp
  • Share on Telegram
  • Twitter
  • Tumblr
  • Share on Pinterest
  • Share on Instagram
  • pdf
  • Çıktı al
  • save

 

 Artık kim bana uyarsa, o bendendir. (İbrahim/36)

AÎDİYETİN ONUR VE SORUMLULUĞU[1]

Yukarıdaki Ayet-i Kerime, Hz. İbrahim (a.s) Peygamber’in dilinden peygambere veya imama veyahut genel olarak öndere ve cemaat liderine aidiyetin gerçek ölçüsünü ifade etmekte ve bu aidiyetin ancak eylem ve söylemde itaat ve bağlılıkla gerçekleşebileceğini, aidiyet iddiası veya soy sop bağlılığıyla olmayacağını beyan etmektedir. Bundan ötürü de Yüce Allah başka bir ayette Hz. İbrahim’in (a.s) dini üzerine olup ona tabi olduklarını iddia eden Yahudî ve Mesihîleri yalanlayarak gerçek aîdiyet ve müntesipliği ispat etmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:  إِنَّ أَوْلَى النَّاسِ بِإِبْرَاهِيمَ لَلَّذِينَ اتَّبَعُوهُ وَهَـذَا النَّبِيُّ وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَاللّهُ وَلِيُّ الْمُؤْمِنِينَ Şüphesiz, insanların İbrahim’e en yakın olanı, elbette ona uyanlar, bir de bu peygamber (Muhammed) ve mü’minlerdir. Allah da mü’minlerin dostudur. (Al-i İmran/68). Zaten bundan önceki ayette ortaya attıkları iddiayı şöyle çürütmüştü: مَا كَانَ إِبْرَاهِيمُ يَهُودِيّاً وَلاَ نَصْرَانِيّاً وَلَكِن كَانَ حَنِيفاً مُّسْلِماً وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan. Fakat o, hanif (Allah’ı bir tanıyan, hakka yönelen) bir müslümandı. Allah’a ortak koşanlardan da değildi. (Al-i İmran/67).

Evet, yukarıda zikredilen ayet, şu iki hakikati ortaya çıkarmaktadır; Bir yandan Peygamber (s.a.a) ve Hanedanı’nın (a.s) bağlılarını, Peygamber ve Hanedanı’ndan kılarak onlara en büyük şeref madalyasını takdim etmekte ve sana, seni Ehlibeyt’e (a.s) ulaştırıp onlardan biri kılacak yolları  göstermektedir. Doğrusu bu ne büyük bir şeref ve onurdur! Şüphesiz Masumlar (a.s), Selman-ı Farisî (Allah’ın rızası onun üzerine olsun) gibi bazı yarenlerinin böyle yüce makamlara ulaşıp onur madalyalarını aldıklarını açıkça ifade etmişlerdir. Zira İmam Ebu Cafer Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: Selman-ı Farisî demeyin! Bilakis Selman-ı Muhammedî deyin. Doğrusu o biz Ehlibeyt’ten biridir.[2]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: şüphesiz Selman, ulema derecesine ulaştı. Çünkü o biz Ehlibeyt’ten biridir. Bundan dolayı da onu bize nispet edin![3]

Rabi b. Abdullah şöyle rivayet eder: “Fudayl b. Yesar’ın gasili (cenazesini yıkayan) bana şöyle aktardı: Fudayl b. Yesar’ı ben yıkadım. Ama avretini yıkamaya çalışırken onun eli benden önce davrandı (yani yıkamama izin vermeyerek kendisi yıkadı). Ben de bu durumu Ebu Abdullah’a (a.s) anlattım. Ebu Abdullah (s.a) şöyle buyurdu: Allah Fudayl b. Yesar’a rahmet etsin! O biz Ehlibeyt’tendir.”[4]

Ömer b. Yezid şöyle rivayet eder: “Ebu Abdullah (a.s) bana şöyle buyurdu: ey İbn-i Yezid, Vallahi sen biz Ehlibeyt’tensin. O’na dedim ki: sana kurban olayım! Muhammed’in Ehlibeyt’inden miyim? Buyurdu ki: evet vallahi, onlarınd ta kendisindensin. Dedim ki: onların ta kendilerinden mi? Buyurdu ki: evet vallahi, onların ta kendilerindensin ey Ömer! Yoksa sen Yüce Allah’ın Kitabı’ndaki şu ayeti okumamış mısın? إِنَّ أَوْلَى النَّاسِ بِإِبْرَاهِيمَ لَلَّذِينَ اتَّبَعُوهُ وَهَـذَا النَّبِيُّ وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَاللّهُ وَلِيُّ الْمُؤْمِنِينَ Şüphesiz, insanların İbrahim’e en yakın olanı, elbette ona uyanlar, bir de bu peygamber (Muhammed) ve mü’minlerdir. Allah da mü’minlerin dostudur. (Al-i İmran/68).”[5]

Yunus b. Yakub şöyle rivayet eder: “ben Medine’deydim. Bazen Cafer b. Muhammed’i (a.s) ziyaret ederdim. Onun yanında olduğum sırada bana şöyle dedi: git kapıya bak ey Yunus! Doğrusu kapıda biz Ehlibeyt’ten bir kişi var. Bunun üzerine ben de kapıya gittim. Baktım ki İsa b. Abdullah el-Kumi kapının önünde oturmuş. Ona dedim ki: sen kimsin? Dedi ki: ben Kum ahalisinden bir kimseyim. Ebu Abdullah’ın (a.s) huzuruna girmek için fazla acele etmedi. Daha sonra diyor ki: eşeğiyle beraber bahçeye girdi. Ebu Abdullah (a.s) bize dönerek şöyle dedi: içeri girin. Ve bana bakıp şöyle buyurdu: ey Yunus b. Yakup! Doğrusu senin, İsa b. Abdullah’ın biz Ehlibeyt’ten olduğunu söylememden hayrete düştüğünü görüyorum! Yunus diyor ki şöyle dedim: evet vallahi, sana feda olayım! Çünkü İsa b. Abdullah, Kum ahalisinden olan bir kimsedir! Bunun üzerine şöyle buyurdu: ey Yunus! İsa b. Abdullah’ın dirisi de bizdendir, ölüsü de bizdendir!”[6]

Evet, Yunus, İsa b. Abdullah el-Kumi ile ilgili olarak böyle bir rivayeti aktarmaktadır.

Şeyh Müfid, el-İhtisas adlı kitabında Ebu Hamza’dan şöyle nakletmektedir: “Sad b. Abdulmelik Ebu Cafer’in (a.s) huzuruna girdi. Ebu Cafer onu Sad’ul Hayr diye adlandırır ve o, Abdullah b. Mervan’ın evlatlarındandı. Bu sırada Sad, kadınlar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.”

Diyor ki: “Ebu Cafer (a.s) şöyle sordu: ey Sad, seni ağlatan nedir? Sad dedi ki: nasıl ağlamayayım! Doğrusu ben Kur’an’da Şecere-i Malune (lanetlenmiş soy) diye anılan soydanım! Ebu Cafer (a.s) buyurdu ki: sen onlardan değilsin! Sen biz Ehlibeyt’ten olan bir Emevisin! Yoksa Yüce Allah’ın Hz. İbrahim’den (a.s) naklettiği şu sözünü duymadın mı? فَمَن تَبِعَنِي فَإِنَّهُ مِنِّي Artık kim bana uyarsa, o bendendir. (İbrahim/36).”

Bu makam, Zürare’nin kardeşi Bukeyr b. A’yun ile ilgili aktarılan rivayetle çok daha yüksek derecelere ulaştı. Zira Bukeyr b. A’yun’un vefat ettiği haberi kendisine verildiğinde Ebu Abdullah (a.s) şöyle buyurdu: Allah’a yemin olsun, Yüce Allah onu Peygamber’i ve Müminlerin Emiri’nin (Allah’ın selamını üzerlerine olsun) ortalarına konumlandırdı.[7]

Öte yandan da söz konusu bu aidiyetin koşulunu beyan etmektedir. Doğrusu bu madalyalar, herhangi bir liyakat olmadan ve aidiyet ve mensubiyetin gerektirdikleri sorumluluk yüküne tahammül etmeden sadece onursal ve fahri madalyalardan ibaret olan madalyalar değildir. Çünkü İslam’ın senin üzerinde bir hakkı vardır, Ehlibeyt’e (a.s) olan velayetinden dolayı üzerinde yükümlülükler var, belli bir dinî mercîye bağlılığından ötürü yapman gereken sorumluluklar var, bunun yanı sıra Irak gibi bir ülke veya Necef-i Eşref gibi müşahhas bir şehir veyahut belli bir aileye olan mensubiyetinden dolayı da sorumlulukların var. Böylece her taraftan mensub olduğun şeye karşı aidiyet mesuliyeti bilincine çağrılmaktasın.

Mecme’il Beyan’da Müminlerin Emiri’nden (a.s) şöyle rivayet edilmektedir: Peygambere (s.a.a) en yakın olanlar, getirdikleriyle amel eden insanlardır. Daha sonra yukarıda zikri geçen Al-i İmran Suresindeki ayeti okuyarak şöyle buyurdu: doğrusu Muhammed’in (s.a.a) velisi ve dostu, soy olarak ne kadar uzak olursa olsun Allah’a itaat eden kimsedir ve Muhammed’in düşmanı ise ona ne kadar yakın olursa olsun, Allah’a isyan edendir.[8]

Durr’ul Mensur’da Allah Resulü’nden (s.a.a) şöyle rivayet edilmiştir: ey Kureyşliler! Doğrusu Peygamber’e en yakın olanlar, müttakilerdir. Siz de bu yolda olun. Dikkat edin! İnsanlar kıyamet gününde bana amelleriyle gelirken siz, dünyayı yüklenmiş bir halde gelmeyin! Yoksa yüzümü çevirip size bakmayacağım! Daha sonra yukarıdaki ayeti okudu.[9]

İmam Sadık’tan (a.s) şöyle rivayet edilmiştir: sizden her kim müttaki olur ve kendini düzeltirse, biz Ehlibeyt’tendir. Bunun üzerine kendisine şöyle soruldu: “sizden mi ey Allah Resulü’nün (s.a.a) evladı?!” Buyurdu ki: evet, bizden. Yoksa Yüce Allah’ın şu sözünü duymadın mı? وَمَن يَتَوَلَّهُم مِّنكُمْ فَإِنَّهُ مِنْهُمْ Sizden kim onları dost edinirse, kuşkusuz o da onlardandır. (Maide/51) ve فَمَن تَبِعَنِي فَإِنَّهُ مِنِّي Artık kim bana uyarsa, o bendendir. (İbrahim/36).[10]

O zaman Ehlibeyt’ten (a.s) olma fırsatından istifade etme kapısı herkese açıktır ve doğrusu bu sadece onların ashap veya yarenlerine verilen bir fırsat değildir. Zaten yukarıdaki ayet-i kerime bu gerçeği dile getirmekte ve ayetin zahiri, her iki anlama da delalet etmektedir: Peygamberlere (a.s) ve İmamlara (a.s) tabi olup onlara itaat edenlerin imtiyazları, onlardan biri olmalarıdır. Aynı zamanda onlara tabi olma ve itaat etme koşulunu da içinde barındırmaktadır.

Hz. Peygamber (s.a.a) ve Masum İmamlarla (a.s) soy olarak ilişkili olmak, aynı zamanda insanın tamamen dışında gelişen belli bir etniğe veya cinse ya da dile veyahut renge ait olmak insanlar arasında üstünlük ve imtiyaz vesilesi olamaz. doğrusu bu tür iddialar, insanlardan bazılarının diğer bazılarına galebe çalması için ortaya atılan cahili asabiyetlerdir. Aksine aidiyetin gerçek ölçüsü, itaat ve tabi olmaktır. Zaten bundan dolayı Yüce Allah, Peygamber Efendimizin (s.a.a) hanımlarını terbiye etmekte ve bu konumlarından dolayı başkalarına üstünlük taslamamaya dikkat etmelerini isteyerek onların hakiki imtiyazlarının salih amellerle olduğunu beyan etmektedir:  يَا نِسَاء النَّبِيِّ لَسْتُنَّ كَأَحَدٍ مِّنَ النِّسَاء إِنِ اتَّقَيْتُنَّ Ey Peygamber’in hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınıyorsanız...(Ahzap/32), فَإِنَّ اللَّهَ أَعَدَّ لِلْمُحْسِنَاتِ مِنكُنَّ أَجْراً عَظِيماً bilin ki Allah içinizden iyilik yapanlara büyük bir mükâfat hazırlamıştır. (Ahzap/29) ve وَمَن يَقْنُتْ مِنكُنَّ لِلَّهِ وَرَسُولِهِ وَتَعْمَلْ صَالِحاً İçinizden kim Allah’a ve Resûlüne itaat eder ve salih bir amel işlerse...(Ahzap/31).

Yüce Allah, oğlu Hz. Nuh’a (a.s) isyan edince soy bağlılığının işe yaramadığını beyan ederek bu yakınlığı red etmekte ve şöyle buyurmaktadır: إِنَّهُ لَيْسَ مِنْ أَهْلِكَ إِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍ O, asla senin âilenden değildir. Onun yaptığı, iyi olmayan bir iştir. (Hud/46).

Şüphesiz Masumlar (a.s) birçok hadislerde bu mübarek topluluğa müntesip olanların niteliklerini mufassal olarak açıklamışlar, kendilerine mensubiyet aidiyetine sahip olmaları durumunda var olan yükümlülüklerini ifade etmişlerdir. Onların yarenleri de konuyla ilgili rivayetleri, yazdıkları kitaplarda toplamışlardı. Mezkur kitaplardan biri de Şeyh Saduk’un yazdığı Şiilerin Nitelikleri adlı kitaptır. Bu kitapta İmam Sadık’tan (a.s) şöyle bir rivayet nakledilmektedir: sizden bir kimse, dininde müttaki olduğunda, doğru konuştuğunda, emaneti ehline eda ettiğinde, insanlara karşı iyi bir ahlaka sahip olduğunda ve “işte bu Caferi’dir” denildiğinde, beni çok sevindiriyor ve mutluluk duyuyorum. Zira “İşte bu, Cafer’in edep ve terbiyesidir.” denilmekte. Ama eğer bunun aksi bir durum üzere ise, bana bela ve ar verir. Zira “işte Cafer’in edep ve terbiyesi budur.” denilmektedir.[11]

Zeyd-i Şahham İmam Bakır’dan (a.s) şöyle rivayet eder: ey Zeyd! İnsanların ahlakıyla ahlaklanın, onların mescitlerinde namaz kılın, hastalarını ziyaret edin ve cenaze merasimlerine katılın, – bu avamlarla olan diyaloglardır. Halbuki günümüzde sırf cemaat imamının başka mercii taklit etmesinden dolayı onun camisine gidilmediğini görüyoruz! – sizden namazı kıldırma ve ezan okumayı istediklerinde yapın! Doğrusu siz bunları yaparsanız onlar şöyle der: “bunlar Caferi’dir. Allah Cafer’e rahmet etsin, ashabını ne güzel bir şekilde terbiye etmiştir.” Ama bunları yapmazsanız, şöyle derler: “işte bunlar Caferi’dirler! Allah Cafer’i bilmem ne yapsın! Ashabını ne kadar da kötü yetiştirmiş!”[12]

Masumlar (a.s), ashaplarını ve kendilerine müntesip olanları, sorumluluk sahibi olmaları, iyilik dışında insanların kendilerinden başka bir şey görmemeleri ve böylece İmamlarının (a.s) aydınlık simaları olmaları konusunda teşvik ederlerdi. Konuyla ilgili gelen rivayetlerden birisi de şu genel tavsiyeleridir: ey Şia topluluğu! Bizim süsümüz olun, sakın sırtımıza yük olmayın! İnsanlara iyiliği söyleyin, dillerinizi tutun, boş ve kötü sözler söylemekten sakının![13]  

İmam Sadık’tan (a.s) gelen muteber bir rivayette şöyle denilmiştir: size ne oluyor da Allah Resulü’nü (s.a.a) üzüyorsunuz?! Orada bulunan biri dedi ki: “onu nasıl üzüyoruz?!” Buyurdu ki: amellerinizin ona gösterildiğini bilmiyor musunuz!? Bir isyan ve günah gördüğünde üzülür. O zaman Allah Resulü’nü (s.a.a) üzmeyin, belki onu sevindirin![14]

Aîdiyet ve hüvîyet konusu, gereklerine bakmadan istediğini yapma özgürlüğünü veren ve seninle biten bir durum değil, bilakis söz konusu hüvîyet ve aîdiyetin mesuliyetini yüklenmiş birileri var ve yapılan her güzel veya Allah korusun kötü şey, kendisine mensup olduğun makama dönmektedir.

Doğrusu aîdiyet sorumluluğunun bilincinde olan kimsenin durumuna kısaca işaret etmemiz yerinde olacaktır. Denildiğine göre adamın biri çarşıda değerli bir eşya bulmuş ve onu korumaya alarak kendisine vermek üzere sahibini aramaya koyulmuş. Bu sırada etrafındakiler kendisine malın sahibinin bir Yahudi olduğunu, ona geri vermek zorunda olmadığını ve kendisinin daha muhtaç olduğunu söylenmişler. Adam onlara şöyle yanıt vermiş: “sizler, Allah Resulü’nün (s.a.a) kıyamet gününde benim yüzümden utanmasını mı istiyorsunuz?” Demişler ki: “nasıl yani?” Demiş ki: “zira mal sahibinin Peygamberi olan Hz. Musa (a.s), Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (s.a.a) şöyle diyecek: “senin ümmetinden bir kişi, benim ümmetimden bir kişinin rızası olmadan malına el koydu!”


 

[1]. 13/08/2019 Miladi yılına denk gelen Hicri 1440 yılının Mübarek Kurban Bayramı münasebetiyle verilen hutbenin birinci bölümüdür.

[2]. İhtiyar-u Marifet’ir Rical, Şeyh Tusî, s. 12.

[3]. Bihar’ul Envar, c. 2, s. 463, h. 25, bab. 26.

[4]. İhtiyar-u Marifet’ir Rical, Şeyh Tusî, c. 2, s. 437.

[5]. Rical’ul Keşî, c. 2, s. 623.

[6]. Rical’ul Keşî, c. 2, s. 624.  

[7]. Rical’ul Keşî, c. 1, s. 456. Tercume sayısı, 71.

[8]. Durr’us Sakaleyn, c. 1, s. 353, Mecme’ul Beyan’dan naklederek.

[9]. Durr’ul Mensur, c. 2, s. 43.

[10]. Da’aîm’ul İslam, c. 1, s. 62.

[11]. El-Kafî, c. 2, s. 636.

[12]. Vesail’uş Şîa, c. 8, s. 430. Kitab’us Salat, Ebvab’us Salat’il Cemaa, bab. 75, h. 1.

[13]. Emali, Saduk, s. 484.

[14]. El-Kafî, c. 1, s. 171, h. 3.