ŞÜPHESİZ ALLAH KATINDA DİN İSLÂM’DIR[1] ALLAH’IN ADI İLE

| |defa okundu : 552
  • Post on Facebook
  • Share on WhatsApp
  • Share on Telegram
  • Twitter
  • Tumblr
  • Share on Pinterest
  • Share on Instagram
  • pdf
  • Çıktı al
  • save

 

ŞÜPHESİZ ALLAH KATINDA DİN İSLÂM’DIR[1]

ALLAH’IN ADI İLE

(إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ)

Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır. (Al-i İmran/19)

Terim olarak din; insanların uydukları inançlar, kurullar, düşünceler ve bunlardan meydana gelen yaşam biçimi manzumesidir. En eski ve en barbar halklar dahil bu dünyada yaşayan her insanın mutlaka bir dini vardır ve olmalıdır. Ama söz konusu bu din, ya ilahi bir dindir veyahut insanların ortaya çıkardığı ve beşer eliyle yoğrulan maddi bir dindir. Hatta kendilerini ‘dinsiz’ diye tanımlayarak sorumluluktan kaçan, her şeyi helal sayan, yoz ilişkilerin doğruluğuna inanan ve yüce dini değerleri hiçe sayarak yok etmeye çalışan kimselerin de inandıkları ve ona göre amel ettikleri inançları vardır.

Yukardaki Ayet-i Kerime, insan doğasında bulunan bu tabii durumun üstündeki perdeyi kaldırarak ortaya çıkarmaktadır. Böylece bu gerçeği göz önüne alarak her insanın mutlaka bir dine sahip olması gerektiği konusuna değinmeden doğruca bu konuda sorulabilecek önemli bir başka soruya yönelmektedir. Söz konusu soru: acaba insanın inanması gereken, bağlılık gösterip uyması zorunlu olan ve esaslarına göre hayatını düzenlemesi lazım olan din hangisidir? Burada, Yüce Allah insana olan kereminden, ihsanından ve şefkatinden dolayı onu şaşkın bırakmadığı veya tüm ömrünü deneme-yanılma yoluyla doğruya ulaşmaya çalışmakla heba etmesine razı olmadığı gerçeği unutulmamalıdır. Bundan ötürü de onu saadet ve kurtuluşa erdirecek olan “Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır.” hakikatini apaçık bir biçimde bildirmektedir. Bu ayette hasretme bulunmakta olup insanlar her ne kadar onun hükümlerine tabi olup nefislerini sıkıntıya duçar etseler de, İslam dini dışında geri kalan tüm dinlerin sıhhat ve doğruluğunu net bir biçimde nefyetmektedir.

İslam, yani Yüce Allah’a (c.c) teslim olmak ve ona bağlı kalmaktır. Aslında ‘teslimiyet’ sözcüğünün genel bir anlamı bulunmakla birlikte Peygamber Efendimizin (s.a.a) getirdiği, böylece dinleri ve peygamberliği kendisiyle sonlandırdığı din olan İslam dinine has kılınmıştır. Zira İslam dini, bireysel ve toplumsal yaşamın tüm alanlarını kapsamakta olup İslam dini dışında, bu kapsamda bir anlama sahip olan başka hiçbir din bulunmamaktadır. Bundan ötürü İslam dini, ‘islam’ sözcüğünün gerçek anlamını en kamil ve en detaylı şekilde ifade etmektedir. الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الإِسْلاَمَ دِينًا Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim. (Maide/3). Böylece bu ayet zımnen, daha önceki tüm peygamberlerin doğruluğuna iman etmeyi ve onların getirdiklerinin sıhhatine inanmayı لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّنْهُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz ona teslim olmuş kimseleriz. (Bakara/136 ve Al-i İmran/84) ifade etmektedir. Tabi bu kulluğun ve dindarlığın da, gönderilen son din olan İslam şeriatına uygun olması gerekmektedir.

Doğrusu وَجَحَدُوا بِهَا وَاسْتَيْقَنَتْهَا أَنفُسُهُمْ ظُلْماً وَعُلُوّاً Kendileri de bunların hak olduklarını kesin olarak bildikleri hâlde, sırf zalimliklerinden ve büyüklük taslamalarından ötürü onları inkâr ettiler. (Neml/14) ayetinin de belirttiği gibi, yeryüzünde tekebbür edip böbürlenenler hariç akıl, başka herhangi bir delile ihtiyac duymadan bu hakikati itiraf etmekte ve fıtrat da bu gerçeğe iman etmektedir. Çünkü bu insan denilen varlığın yaratıcısı Yüce Allah’tır. O, insanın içinden geçenleri, gönlünün derinliklerini, içinde saklayıp gizlediklerini ve insana faydalı olanı çok iyi bilir. Dolayısıyla da insanın kendi hayatını düzene sokması, mutluluk ve selametini sağlayacak vasıtaları iyice tanıması için Yüce Allah’a yönelmesi gayet tabiidir.  

Bu nedenle Sebe Suresinde insanı, bütün din ve düzenlerin hiçbirini değil de sadece İslam dinini kabul etmesi gerektiğine davet etmektedir. Ayette Yüce Allah: أَفَغَيْرَ دِينِ اللّهِ يَبْغُونَ وَلَهُ أَسْلَمَ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ طَوْعاً وَكَرْهاً وَإِلَيْهِ يُرْجَعُونَ Göklerdeki ve yerdeki herkes ister istemez O’na boyun eğmişken ve O’na döndürülüp götürülecekken onlar Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? (Al-i İmran/83) diye buyurmaktadır Evet, kainatın tümü Yüce Allah’ın emir, meşiyet ve iradesine boyun eğmiştir. Bütün kainat Yüce Allah’ın kendisine belirtmiş olduğu muazzam derecede incelikli olan düzene göre hareket etmektedir. İnsan ise bu kainatta küçücük bir zerreden ve ondaki düzene boyun eğmiş bir varlıktan başka bir şey değildir! O, kendi iradesi ve istemi dışında var olan mevcut biçimi ve bileşimi ile doğmakta, büyükmekte, yaşlanmakta ve ölmektedir. Bedenindeki organları, onun herhangi bir mudahalesi olmadan iradesi dışında çalışmaktadır. İnsanın yapageldiği hareketlerinin  bütün kainatla bir insicam ve uyum sağlayabilmesi için bu tekvinî ve oluşsal teslimiyet (islam) ve bağlılığın, teşriî ve kanunsal bir teslimiyet ve bağlılıkla birliktelik göstermesi gerekmektedir. وَمَنْ أَحْسَنُ دِيناً مِّمَّنْ أَسْلَمَ وَجْهَهُ لله وَهُوَ مُحْسِنٌ Kimin dini, iyilik yaparak kendini Allah’a teslim eden ve hakka yönelen kimsenin dininden daha güzeldir? (Nisa/125). Aksi durumda insan, birçok bela ve zorlukla mücadele etmek zorunda kalacaktır.

Günümüz bilimi de bu gerçeğe yakın bir kanıya vararak insanın, evrenin doğal işleyişi dışında hareket etmesi halinde kendisini yok edip helaka götürdüğünü dile getirmektedir. Aynı zamanda bu durumun toplumlar ve devletler için de geçerli olduğu ifade edilmektedir.

Burada akla gelen soru  أَفَغَيْرَ دِينِ اللّهِ يَبْغُونَ Onlar Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? (Al-i İmran/83) sorusudur. Bu soruda soru sahibi, tamamen uyumlu bir surette hazırlanan evrensel düzenin dışına çıktığı için yerilmekte, ayıplanmakta ve kötülenmektedir. Ondan iki ayet sonra ise bahsi geçen düzenin dışına çıkılması halinde nasıl elim bir akibete duçar olacağı ifade edilmektedir:  وَمَن يَبْتَغِ غَيْرَ الإِسْلاَمِ دِيناً فَلَن يُقْبَلَ مِنْهُ وَهُوَ فِي الآخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرِينَ  Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır. (Al-i İmran/85). Evet, İslam dini dışında herhangi bir dinin peşinde koşan hüsrana uğrayacaktır. Çünkü o, Yüce Allah’ın kendisine bahşettiği bu büyük serveti kaybetmiş, onu bazı vehim ve sapkınlıklarla değiştirmiş, çok değerli olan ömrünü geçici olan bir metanın peşinde koşarak heba etmiş, heva-i nefsine ve enaniyetine tabi olmuştur.

Müminlerin Emiri (a.s) konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır.

İslâm'dan başka bir din arayanın kötülüğü meydandadır; onun kutluluk bağları kopar; başaşağı düşer gider, uzun bir hüzne dalar, çetin bir azâba uğrar. Yüce Allah’a, beni ona tekrardan döndürecek bir tevekkül ile tevekkül ediyorum, beni cennetine sokacak ve istediği mekana ulaştıracak bir yola irşad etmesini diliyorum.[2]

Yine şöyle buyurmaktadır:

 Ey insanlar! Dininiz, dininiz! Ona sımsıkı bağlanın ve hiç kimsenin sizi ondan döndürmesine ve alıkoymasına izin vermeyin. Çünkü dininiz üzereyken olacak kötülük, başkası üzereyken olacak haseneden daha hayırlıdır. Zira bu din üzereyken yapılan kötülükler affedilir ama başkası üzereyken yapılan iyilikler kabul bile edilmez.[3]   

Dünyada yaşadığımız müddetçe bu hakikati göz önünde bulundurmalıyız. Bu dünyada, amel etmemiz için fırsat kapıları ardına kadar açıktır. Öyleyse dinimize sımsıkı bağlanmalı ve onu, hayatımızdaki en önemli gerçek olarak telakki etmeliyiz. Zaten kıyamet gününde bu hakikat, gafiller de dahil herkese apaçık bir şekilde görünecek ama gelin görün ki hiçbir faydası olmayacaktır. وَهُوَ فِي الآخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرِينَ  Ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır. (Al-i İmran/85). İşte o zaman laikler, mulhitler ve dinsizler kimin saadet içinde kurtuluşa erdiğini bileceklerdir!

İslam’ın, sadece dil ile kelime-i şahadet getirmekten ibaret olmadığını ve vacip olan bireysel ibadetleri eda etmenin de yeterli olmadığını anlamamız gerekir. Doğrusu bağlılık ve kulluk denilen şey, sadece bunlarla tahakkuk etmez, bilakis hayatın bütün evrelerinde şeriatı tam olarak tatbik ederek dine uygun hareket etmekle gerçekleşir. İşte İslam, budur. Ritüeller ve şekiller veya bozuk kopyalamalar ya da mağara ve dağlarda münzevi yaşam sürmelerden ibaret değildir. Çünkü ona göre hareket etmek, onu yaymak ve insanları ona davet edip dine girmelerine vesile olmak, dindeki sadakatin en önemli nişanelerindendir. İmam Bakır (a.s) şöyle buyurur: iyiliği emrederek ve kötülükten men ederek Yüce Allah’ın diniyle din sahibi olmayanların dini yoktur.[4] Müminlerin Emiri (a.s) ise dinlerini, dünyalarına tabi kılan “mutekaisinleri” yererek şöyle buyurmaktadır: Sizden birinin dini, yükümlülüğünü yerine getirerek sahibinin rızasını kazanan köle gibi, diliyle söyleyegeldiği laklaka bir söz haline dönüşmüş.[5] Yani; dininize çok az ehemmiyet verdiğinizden dolayı sanki yaratıcınızın size yüklediği sorumlulukların tümünü yerine getirmiş, Allah Tebareke ve Teala’nın rızasını kesinleştirmiş gibi kendinizi herhangi bir amel işlemekle yükümlü görmüyorsunuz! Ama gerçekte iş hiç de öyle değildir! Yine Müminlerin Emiri şöyle buyurmaktadır: Eğer dinini, dünyana tabi kılarsan, dinini de dünyanı da helak edersin ve ahirette hüsrana uğrayanlardan olursun. Ama eğer dünyanı dinine tabi kılarsan, dinini de dünyanı da kurtarmış, ahirette de kurtuluşa erenlerden olursun.[6]

 Doğrusu Kur’an-ı Kerim dine çok büyük bir değer vermiş ve onu her şeyden daha önde tutmuştur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: وَالْفِتْنَةُ أَشَدُّ مِنَ الْقَتْلِ doğrusu fitne, adam öldürmekten daha ağırdır. (Bakara/191) وَالْفِتْنَةُ أَكْبَرُ مِنَ الْقَتْلِ doğrusu fitne, adam öldürmekten daha büyüktür. (Bakara/217).  Evet, dine sımsıkı bağlanma ve onda fitneye düşmeme, canını feda etmekten ve kendini kurban etmekten daha önemlidir. فَوَقَاهُ اللَّهُ سَيِّئَاتِ مَا مَكَرُوا Allah, onu, onların hilelerinin kötülüklerinden korudu. (Mü’min/45) ayetinin tefsiri ile ilgili İmam Sadık’tan (a.s) şöyle rivayet edilmiştir: yani Al-i Firavun’un mü’mini kastedilmektedir. Allah’a and olsun ki onun parça parça haline getirerek öldürdüler ama Allah onun, dininde fitneye düşmesinin önüne geçti.[7]

Bu konuyla ilgili Masumlar’dan (a.s) birçok rivayet nakledilmiştir. Bunlardan biri Müminlerin Emiri’nden (a.s) rivayet edilen şu rivayettir: dininizle ilgili bir belaya duçar olduğunuzda canınızı dininize feda edin. Bilin ki; helak olan kimse, dini helak olan kimsedir ve mağlub olan kimse, dini mağlup olan kimsedir.[8]

Yüce Allah, rızasına nail ettiği kimselere bu hakikati idrak ettirmiş böylece kendileri aleyhinde kurulan bütün desiselere ve tehdit edildikleri onca ağır işkencelere rağmen dinlerine sımsıkı sarılarak sabit kadem kalabilmişlerdir. Kur’an-ı Kerim bu durumda olanları motive etmek için Ashab-ı Uhdud gibi tarihteki bazı örnek kıssaları aktarmaktadır. Ashab-ı Uhdud kıssasında inanlar için büyük büyük çukurların kazıldığını, içinde ateş yakılarak alev alev tutuşturulduğunu ve daha sonra da içine atıldıklarını ama buna rağmen zalimlerin kendilerinden istediği tek şey olan dinlerini terk etmediklerini ifade ederek وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ إِلَّا أَن يُؤْمِنُوا بِاللَّهِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ Onlar mü’minlere ancak; göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine ait olan mutlak güç sahibi ve övülmeye lâyık Allah’a iman ettikleri için kızıyorlardı. Allah, her şeye şahittir. (Buruc /8-9) misal vermekte, Firavun’un sihirbazları kıssasında sihirbazların, elleri ve ayakları kesilmek ve öldürülmekle tehdid edildikleri halde فَاقْضِ مَا أَنتَ قَاضٍ إِنَّمَا تَقْضِي هَذِهِ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا * إِنَّا آمَنَّا بِرَبِّنَا لِيَغْفِرَ لَنَا Öyle ise yapacağını yap! Sen, ancak bu dünya hayatında hükmünü geçirebilirsin. Şüphesiz ki biz; günahlarımızı affetmesi için, Rabbimize inandık. (Taha/72-73) cevap verdikleri aktarılmakta, Firavun’un ağır baskıları altında yılmayan ve Allah Tebareke ve Teala’ya yalvararak رَبِّ ابْنِ لِي عِندَكَ بَيْتاً فِي الْجَنَّةِ وَنَجِّنِي مِن فِرْعَوْنَ وَعَمَلِهِ Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap. Beni Firavun’dan ve onun yaptığı işlerden koru ve kurtar! diye niyazda bulunan Firavun’un karısı örnek verilmekte ve Rum imparatorluğundaki konumlarının kendilerini baştan çıkaramadığı, Rum Kayseri’nin süper gücünün kendilerini korkutamadığı Ashab-ı Kehf إِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ لَن نَّدْعُوَ مِن دُونِهِ إِلَهاً لَقَدْ قُلْنَا إِذاً شَطَطاً Kalkıp da, “Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. O’ndan başkasına asla ilâh demeyiz. Yoksa andolsun ki saçma bir söz söylemiş oluruz.” dediklerinde onların kalplerine kuvvet vermiştik. (Kehf/14) örneği verilerek inanlar motive edilmektedir.

Öte taraftan şeytanın ve dünyanın kendilerini yoldan çıkarıp saptırarak hüsrana uğrattığı kimselerin sayısı da az değildir. Örneğin; Abbasi Devletinin en üst yargıcı (kaziyu’l kudat) – dinî mercî olarak devletin en üst kademesidir – yaptığından dolayı cehenneme gideceğini bildiği halde Abbasî hükümdarı Mutasım’ın yanında kendisine duyduğu hasetten ötürü İmam Cevad’ı (a.s) öldürmeye çalışan Ahmet İbn Davud gibi. Zira Mutasım, hırsızlık yapan kişinin hükmünü icra etmede onun değil de İmam Cevad’ın (a.s) verdiği hükmünde karar kılmıştı.

Aynı şekilde Abbasî Devletinde valilik ve komutanlık görevlerini yerine getiren Hamid İbn Kahtaba ile ilgili rivayet edilenler de bunun diğer bir örneğidir. Bu rivayet aynı zamanda Abbasî Devletinin, Pergamber’in (s.a.a) Ehlibeyt’ine (a.s) karşı hırçınlığını, onlara duydukları kini, tağutların, insî ve cinnî şeytanların dini yok etmek için içinde bulundukları ısrarlı tavırlarını ve bunun dışında hiçbir şeyle tatmin olmayacaklarını da apaçık göstermektedir. Şeyh Saduk’a ait olan Ahbar’ur Rıza adlı kitapta, kendi senedi ile Abdullah İbn Bezzar-i Nişaburî’nin – yaşlı bir kişiydi – şöyle dediğini nakleder: benimle Hamid İbn Kahtaba et-Taî et-Tusî arasında bir muamele bulunmaktaydı. Bir ara kendisine misafir olmak için yola çıktım. Benim geldiğimi haber alınca daha üzerimdeki yol elbiselerini değiştirmeden beni, o halimle hemen yanına çağırdı. Bu olay Ramazan ayının bir Cuma gününde gerçekleşti. Yanına vardığım zaman onu, içinde su akan bir evde buldum. Kendisine selam verdim ve oturdum. Bu sırada bir leğen ile ibrik getirerek elini yıkadı ve benim de elimi yıkamamı söyledi. Ben de elimi yıkadıktan sonra sofra hazırlandı. Ben Ramazan ayında olduğumuzu ve oruçlu olduğumu unutmuştum. Sonra hemen hatırladım ve yemeğe yanaşmadım. Hamit bana dönerek, “niçin yemek yemiyorsun?” diye sordu. Ben ona, “ey komutan! Ramazan ayındayız. Benim oruç tutmama mani olacak ne bir hastalığım var ne de bir neden! Olaki sizin bu konuda bir özrünüz vardır veya oruç tutmanıza engel bir nedeniniz vardır.” Diye yanıt verdim. Bunun üzerine şöyle dedi, “oruc tutmama engel olacak herhangi bir özrüm veya hastalığım yoktur, bilakis ben gayet sağlıklıyım.” Daha sonra gözlerinden yaşlar aktı ve ağlamaya başladı. Yemeğini bitirdikten sonra ona dönerek şöyle dedim, “seni ağlatan şey nedir ey komutan?” Dedi ki, “Harun Raşit Tus şehrinde[9] olduğu sırada bir gece yarısı beni yanına çağırttı. Yanına girdiğim zaman baktım ki önünde bir mum yanmakta, kınından çekilmiş bir kılıç durmakta ve bir hizmetçi de huzurunda beklemektedir. Yanına yaklaştığım zaman başını kaldırarak bana baktı ve şöyle dedi, ‘senin, Müminlerin Emiri’ne olan itaat ve sadakatin ne kadardır?’ Dedim ki, ‘canım ve malımla emrindeyim!’ Bunun üzerine başını eğdi ve dışarı çıkmama izin verdi. Eve dönerken daha tam soluklanmamışken baktım ki hizmetçisi tekrar geldi ve bana dedi ki, ‘Müminlerin Emiri’nin çağrısına yanıt ver.’ Ben kendi içim de şöyle dedim, ‘innalillah! Doğrusu beni öldürmeye karar verdiğinden çekiniyorum.’ Tekrar huzuruna çıktım. Beni görünce kendini toparladı, beni yakınına çağırdı ve başını kaldırıp bana bakarak şöyle dedi, ‘senin, Müminlerin Emiri’ne olan itaat ve sadakatin ne kadardır?’ Dedim ki, ‘canım, malım, ailem ve çocuklarımla emrindeyim!’ Bunun üzerine gülümsedi – doğrusu Harun Raşit, İbn Kahtaba’nın meseleyi anladığının ve kendisinden istenilen şeyin çok büyük bir sadakati gerektirdiğinin farkında olduğunu fark etti – ve dışarı çıkmama izin verdi. Eve dönerken yine daha tam soluklanmamışken baktım ki hizmetçisi tekrar geldi ve bana dedi ki, ‘Müminlerin Emiri’nin çağrısına yanıt ver.’ Huzuruna vardım ve gördüm ki hala onu bıraktığım durum üzeredir. Bana bakarak şöyle dedi, ‘senin, Müminlerin Emiri’ne olan itaat ve sadakatin ne kadardır?’ Dedim ki, ‘canım, malım, ailem, çocuklarım ve dinimle emrindeyim!’ Güldü ve sonra bana şöyle dedi, ‘bu kılıcı al ve şu hizmetçimin sana vereceği emirleri harfiyen yerine getir.’ Hizmetçi orada bulunan kılıcı aldı, bana verdi ve kapısı kapalı olan bir yerin önüne geldik. Kapıyı açınca bu yerin ortasında bir kuyu bulunan ve kapıları kapılı olan üç odanın bulunduğu bir mekandan ibaret olduğunu gördüm. İlk odanın kapısını açtı. İçinde pranganlamış, saç ve sakalları birbirlerine karışmış yaşlı, orta yaşlı ve gençlerden oluşan yirmi kişinin olduğunu gördüm. Hizmetçi bana dönüp dedi ki, ‘Müminlerin Emiri, bunları öldürmeni emrediyor.’ Hepsi Ali ve Fatıma’nın (a.s) soyundan olan Alevilerdi. Son kişiye kadar onları teker teker yanıma getirdi ve ben de boyunlarını vurdum. Daha sonra cesetlerini ve kesik başlarını oradaki kuyuya attıktan sonra bir başka odanın kapısını açtı. Orada da hepsi Ali ve Fatıma’nın (a.s) soyundan olan Alevilerden oluşan pranganlamış yirmi kişi vardı. Yine bana dedi ki, ‘Müminlerin Emiri, bunları öldürmeni emrediyor.’ Son kişiye kadar onları teker teker yanıma getirdi ve ben de boyunlarını vurdum. Cesetleri ve kesik başları ise oradaki kuyuya atıldı. Sonra üçüncü odanın kapısını açtı. Aynı şekilde orada da hepsi Ali ve Fatıma’nın (a.s) soyundan olan Alevilerden oluşan pranganlamış yirmi kişi vardı. Tekrar bana dönüp dedi ki, ‘Müminlerin Emiri, bunları öldürmeni emrediyor.’ Son kişiye ulaşıncaya kadar onları teker teker yanıma getirdi ve ben de boyunlarını vurdum. Onların da cesetleri ve kesik başları oradaki kuyuya atıldı. Son kişi olan ondokuzuncu şahıs, saç ve sakalları birbirine karışmış yaşlı bir adamdı. Onu öldürmek üzereyken bana şöyle dedi, ‘yazıklar olsun sana ey uğursuz! Kıyamet günü ceddimiz Resulullah’ın (s.a.a) huzuruna hangi yüzle gideceksin ve nasıl bir özür beyan edeceksin. Zira sen onun evlatlarında 60 kişiyi öldürdün. Doğrusu hepsinin soyu Ali ve Fatıma’dan (a.s) gelmekteydi.’ Bunun üzerine ellerim titremeye başladı ve dizlerin tutmaz oldu. Hizmetçi kızgın bir şekilde bana bakarak onu dinlememem ve emri yerine getirmem için kaşlarını çattı. Ben de kalan son kişi olan o yaşlı adamı da öldürdüm ve o da kuyuya atıldı. Şimdi söyle bana! Bunları yapan ve Allah Resulü’nün (s.a.a) soyundan 60 kişiyi katleden biri olan benim gibi birinin orucu ve namazının ona ne faydası olacak! Doğrusu ebedi olarak ateşe atılacağımdan hiçbir şüphem yok!”[10]

Kerbala olayı ise bahsi geçen her iki grubun apaçık bir şekilde izlenebildiği bir olaydır. Evet, İmam Hüseyin’i (a.s) ve onun ehlini öldürmeye kasteden İbn-i Ziyad’ın ordusunu görünce yerinde duramayan Hür, birinci gruptandır. Onun bu halini gören arkadaşı, ona bunun nedenini sorduğun da ise kendisine şöyle dedi, “doğrusu kendimi, cennet ve cehennem arasında bir seçim yapma zorunda hissediyorum ve hiçbir şeyi cennete tercih etmeyeceğim.”

Ömer İbn Sad İbn Ebi Vakkas ise ikinci gruptandır. O, Kureyşliydi ve İmam Hüseyin’in (a.s) akrabasıydı. Ayrıca İmam’ı (a.s) çok iyi tanıyordu. Ama yine de enaniyeti, Rey ve Curcan valiliğine olan hırsı ve arzusu onu, feci ve dehşet verici olan böyle bir kötülüğü işlemeye iterek dünya ve ahirette hüsrana uğrayanlardan olmasına sebebiyet verdi. Onun, bu kötü kararı aldığı gece şu mısraları tekrar ettiği rivayet edilmiş:

Hep arzulayıp durduğum Rey’in mülkünü mü terk edeceğim?

Yoksa Hüseyin’i öldürme günahını mı seçeceğim?

Hüseyin, benim amcaoğlumdur ve olaylar da üst üste geldi

Ama ömrüme yemin olsun ki Rey, gözlerimin nurudur.     



[1]. 01.12.2017. tarihine denk gelen Hicri 12 Rebiulevvel 1439 yılı Cuma günü irad edilmiştir.

[2]. Nehcü’l Belaga, 161 Hutbe: Peygamber (s.a.a), Ehlibeyt (s.a) ve dinine tabi olanların sıfatlarını anlatarak takvayı öğütler.  

[3]. Kafi, c. 2, s. 464.

[4]. Biharu’l Envar, c. 100, s. 86, h. 59.

[5]. Nehcü’l Belaga, 113. Hutbe.

[6]. Ğureru’l Hikem, 3750-3751.

[7]. Biharu’l Envar, c. 13, s. 162, h. 5.

[8]. Kafî, c. 2, s. 216, h. 2.   

[9]. Yanlış olabilir çünkü doğru olan, bu kişinin Ebu Cafer Mansur olduğudur. Zira İbn Kahtaba, Ababsî hükümdarı Mansur’un ölümüne yakın bir zamanda ölmüştür.

[10]. Uyun-u Ahbaru’r Rıza (a.s), c. 1, s. 108. Biharu’l Envar, c. 48, s. 178.